ТАТ РУС ENG

Abdullah Tukay Samanpazari, yahut Yeni Kesik baş


                      
I
Başlayalım söze Karaahmet ile,
Yâd ederler belki, rahmet ile.

Karşımızdaki at sirkini görelim
Nikitin sirkine girelim.

Kazan’da güzel işler çoktur,
Onun gibisi yoktur.

Hak Teâla’nın mutlak kudreti var,
Rus Nikitiriin Kazarida sirki var.

Orada var bir müslüman pehlivan,
Pek  uzun, pek güçlü, gayretli civan.

Pek  kahraman, Zerkum gibi, Salsal gibi,
Hünerli, usta, Seyit Battal gibi.

Bir hikâye geldi dilime, temiz,
Onu güzelce söylemeliyiz.

Sabaha kalsın, dericiler, kasaplar,
Mumcular, yağcılar, celepler.

Birgün gittim Samanpazarı’na,
Burada buldum malzeme, yazıma.

Sabahları kaynamakta bu pazar,
Nereye baksan, görürsün bir tüccar.

Bâzıları satmaktadır, bâzıları alır,
Bâzıları aldanır burada, bâzıları aldatır.

Burası her zaman böyledir,
Herkes kendi işiyle meşguldür.

Koşuşurlar, itişe kakışa,
Bütün mü’minler "Kâfir Köşesi"ne.

Nedir, orada ne var?
Savaş mı çıktı yoksa, ya da yangın mı çıktı?

Ben de koştum oraya müzminlerle,
Bakınca Moskova’ya doğru, gördüm;

Yol ortasında, yuvarlanarak taşın geldiğini,
Taş değil de, bir kesilmiş başın geldiğini.

Baş gelir, öyle sert, öyle kızgın,
Tam sür’atle gelen tramvaydan daha hızlı.

Her taraf seyircilerle dolu,
"Kâfir Köşesi"ne gelince baş, durur.

Görürler, kesik bir insan başını,
Ağlayarak gelir, döker gözyaşını.

Vücûdu yok, bir acayip baştır,
Şehittir, iki gözü yaşlıdır.

Yok ayağı, vücûdu ve yok kolu,
Kesik bir baştır, ancak söyler dili.

Ak sakallı, yüzünden nur akar,
Gözü kamaşır, her kim ki, yüzüne bakar.

Yüzünü toprağa sürerek ağlar dertli dertli,
Dertli dertli ağlar Mumcu Ali.

Acır herkes gayrîihtiyârî, görünce başı:
A canım, bu hangi zavallının başı?

Ağlar herkes, gözlerinden yaş dökerek,
Ağlar, şapkalar dükkandan çıkarak.

Ayak altında duran deriler,
"Vah zavallı, vah zavallı" derler.

Orada dağ gibi duran un torbaları,
Ağlar, dilenci kadın ve kızları.

Nasıl ağlamasınlar, bir müslüman başı bu,
Her müslüman bendenin cananı bu.

Kesik baş ağlayarak, derdini anlatır,
"Ne oldu?" diye sorar, ak sakallılar.

Acınacak hâlde, yaşlı gözlerle,
Zavallı baş şöyle başlar sözlerine:

"Başımdan geçeni anlatayım, dinleyiniz,
Hacıyım, hacca gittim doksan dokuz defa.

Çok tavaf ettim, Hicaz sahrasını,
Cidde’sini, Mekke’sini, Sina’sını.

Mebusluk yapmıştım ben yine,
Bu şehrin meclisinde on sene.

Moskova’dan mal almıştım,
Yüz kuruşun doksanını çalmıştım.

Hatmederdim hergün Kur’an-ı,
Nikâhıma almıştım, on beş hanımı.

Geceleri giderdim, umumhaneye,
Gündüzleri girerdim, insan kılığına.

Vardı, yaşlılıkta aldığım hatunum,
Bir de yavrum, ah göz nurum, ah altınım!

Yaşlılığımda onlardı, arkadaşlarım,
Güzel yoldaşlarım, sırdaşlarım.

Çekip aldı onları benden dev,
Size vaciptir bana yardım etmek.

Onları aldı ve girdi kuyuya,
Kaygıdan dalmaz gözlerim uykuya.

Bana yardım etmezseniz eğer,
Mahşer gününde-sizinle dâvam var!"
                        
II
Yaşlılar toplanıp görüştüler:
"Ne yapabiliriz? Ağlamakla iş olmaz", dediler.

Bâzısı der; "Pâdişâhtan asker isteyelim,
Devi zorla attıralım."

Bâzıları der; "Sadri Maksûdî var,
Belki meseleyi Meclise götürür.

Biz seçimlerde onun için çok çalıştık;
Sonunda Meclise girmesini sağladık".

Birisi der: "Kamçılı Şeyh var,
O, devin sihrini, belki bozar".

Oradaki âlim bir zat,
Der: "Bu hususta benim fikrim şudur:

Dinleyiniz, su sâdece Kara Ahmet’in işi,
Şimdi o, malûmunuz güçlü bir kişi.

Gidip alsın o, devin canını,
Ancak o alır kesik başın intikamını".

Bütün ihtiyarlar; "iyi olur, iyi" derler;
"Teşekkürler! Dede buldu", derler.

Dedenin fikrini doğru kılsın Hûda!
Mü’minlerden biri eder nida:

"Minlibay git, çabuk Kara Ahmet’i çağır!"
Koşar gider Minlibay, patır kütür.

Geçmeden uzun zaman,
Gelir Kara Ahmet adlı kahraman.

Başı kaldırıp bakmak ister,
Kuvvetini, kudretini göstermek ister.

Bir hayli güç sarf eder, kaldıramaz,
Yerinden zerrece kımıldatamaz.

Hiç kaldıramaz onu, şaşırır kalır,
Gücünü toplar, terler yiğit, yorulur.

Baş der: "Kara Ahmet şaşkın mı?
Kaldırılacak hafif bir baş mı?

Bir değil, bin Kara Ahmet gelse de,
Hattâ Zaykin ile Midvidiv bir olsa da,

Onlara nasip olmaz hiç kımıldatmak,
Faydasızdır, hareket ettirmeğe çalışmak.

Çekmesin boşuna zahmet, olmaz asla,
Çünkü bin batmandır taassup bu kafada.

Bu beyinde yüzlerce inat ambarı var,
Bu beyinde bin batmanlık bira var.

Bu beyinde cehalet on vagondur;
Bence devası tam bin vagondur.

"Eski, iyidir", fikri vardır, on kiler,
"Her ceditçi kâfirdir", fikri yirmi depo".
                           
II
"Ah nasıl mukaddes basmış!", derler,
"Yeniden yerine yapışmaz", derler.

Mü’mmler, pek çok acırlar,
Baş için, ta gönülden sızlanırlar.

Diken diken olur, yiğidin saçları,
Öfkeyle ağzından ateşler saçar.

Ben, der, dünyada duramam,
Şu devin zâlim başını kesmezsem.

Gidemem hattâ, sirkine Nikitin’in,
Çırpınır gönlüm, almak için başını devin.

Yapamazsam bunu, rahat edemem,
Pugaç Zaykin’in saflarına giremem.

Ya ölürüm, ya onun boynunu keserim,
İnayet ederse Hak Teâla, onu yenerim".

Oradakiler; "Git Kara Ahmet, gif" derler;
Kesik başın hanımını kurtar", derler.

"Giden yok mu? Giderim, elbette giderim,
Gitmezsem, dünya bana olsun haram!"

Bu yeminden sonra, başlın gözleri
Parlayıverdi, aydınlandı yüzü.

Baş dedi: "Ey yiğit, teşekkürler sana,
Verdim pek ağır zahmetler sana.

Bütün kuvvetinden ve sirkinden ayrı
Kaldın şimdi, artık edeceğim sana hep dua.

Okuyunuz ey pazarcılar şimdi
Fatiha; açılsın Kara Ahmet’in yolu!"

O zaman kalktı bütün eller havaya,
Samimiyetle herkes etti dua:

"Ey Tanrı’m, Kara Ahmet’e yardım et,
Bu yolda ona güç ver, ver kuvvet!"

Sonra eller y ere iner,
Tramvayın geldiğini görürler.

Pehlivan vagona girip yerleşir,
Aktarmalı bir bilet alır.

Bütün müzminler uğurlarlar:
"Tanrı’m sen acı!" derler.

Hareket eder vagon, yel gibi yol alır,
Baş da yerde yuvarlanarak varır.

Başı öyle görünce artar gayretleri,
Havlar bütün kasapların itleri.

Koşarlar peşpeşe bir sürü köpek,
Ama ne mümkün, kesik başa yetişmek!

O, yüğrük attan daha sür’atli,
Yaydan fırlayan oktan da hızlı.

Kendi hâlinde gitmektedir tramvay,
Çocuklar taş atarlar, oyun olsun diye.

Kaldı sağ tarafta Şehir Kütüphanesi,
Solda El-İslâh’in idarehanesi.

Bir saat bir gün, üç gün gittiler,
Büyük Krestovnikov fabrikasını geçtiler.

Yedi gece, yedi gündüz gittiler,
Bir sahraya ulaştılar.

Tramvay orada durdu,
Baş, yuvarlanmaya devam etti.

Orada, sihirli tramvay durunca,
"Neyapacağız?der, Kara Ahmet, başa.

Baş der: "Sen tramvaydan in, artık,
Gideceğimiz yere az kaldı, in artık.

Yaya olarak gidelim ileriye doğru,
İşte, şu karşıdadır, Kaban Gölü.

Vardır gölün dibinde bir kuyu,
Oraya girdi o zâlim dev!"
                     
IV
Söz sırası gelmişken, edeyim beyân,
Ta ki, gizli gölün dibi olsun ayan.

Orada her türlü acayiplikler var:
Som altından şehirler, tunçtan kasabalar;

Boynuzu memer geyikler mi ararsınız,
Altıyüz başlı yılanlar mı ararsınız.

Su Anası, pek kötü, yüzü kara,
Yılda bir oğlanı alır, bir kızı ya da.

O zaman geldi, Moskof askeri,
Kazan’ı topa tutmağa başladı.

Hanlar, vezirler hep kaçtılar,
Bütün malları bu göle saçtılar.

Saçtılar, altın, gümüşün tamâmını,
"Malımız kimseye kalmasın", dediler.

Öğünden beri, altın ve gümüş,
Gölün dibinde sayısızmış, çökmüş.

Bir süre sonra, şüphesiz, göl kurur
Diye söylemişler, akıllı mütefekkirler.

Kuruyunca, harekete geçmek için hemen,
Artmış talipleri, göl boyundaki medresenin.

Bütün serveti toplayacaklarmış;
Hiç zahmetsiz zengin olacaklarmış.

Birbiri ardınca yıllar geçmektedir,
Göl boyunun talipleri beklemektedir…

                           V

Gelelim sadede! Onlar bekleye dursun,
Kesik baştan söz edelim, dinleyin.

Kara Ahmet’in belinde bağı var;
İpin altı bin kulaçlık boyu var.

Bağ ile işini sağlama aldı:
Bir ucunu, baş’ın diline bağladı.

Bir ucundan tutarak Kaban’a daldı,
Kuyuya doğru tuttu yol.

İndi, bir gün, üç gün, durmadan indi;
Aralıksız gece gündüz indi.

Gah ayağı döndü, gah başı,
Her dem huzurdur onun yoldaşı.

İndi, indi Allah Allah diye diye,
Dışarıda kesik baş, ağlayıp üzülmekte.

On millik yolu katetti,
Nihayet ayakları yere değdi.

Pehlivan gayet yorgun düşmüştü,
On dakika dinlenip, düşünmüştü.

Az sonra bizim yiğit açar gözünü,
Bir sarayın önünde bulur kendisini.

O kadar güzeldir ki bu saray,
Yapamaz böylesini, Keçimskiy İbıray.

Kapı üzerinde yeşil levha asılı,
Üzerinde şu sözler yazılı:

"Burada sakindir, Buji Fırkasının canileri,
Gaynaniye mezhebine mensuptur, kendileri.

Çeker, koparır Kara Ahmet kapıyı,
Sonra çarçabuk ileriye atılır.

Girince, sarayda görür, bir hatun,
Herkesin dikkatini celbeden bir hatun.

Yüzünün nuru etrafı aydınlatır,
Şiar edinmiş kendisine, aşkını Tanri’nın.

Namaz kılar, o uhrevî âlemin kadını,
Ah ettikçe göğe çıkar dumanı.

Secde ettiği y ere dökülür gözyaşları,
İşte odur, kesik başın helâli.

Geçti oradan, gitti başka odaya,
Karşılaştı acınacak manzarayla.

Oda, beşyüz kadar müslümanla dolu,
Bağlıdır herbirinin ayağı, kolu.

Allah’im sen koru bizi ateşten, derler,
Şefaat et, ya Bahâeddin, derler.

Zıplarlar, çıldırmışlar sanki,
Öfkeyle bakar, korkunç gözleri.

Pehlivanı gördükleri zaman,
Feryat ettiler hep bir ağızdan:

Merhamet et, ey Kara Ahmet, bize sen;
Bizi kurtar, ez devi, ez sen.

Her geçen gün korkumuz artıyor,
Dev, hergün beş kişiyi yüzüyor.

Sayımız çoktu, geçen sene, geçen güz,
Şimdi, beş yüz kişi kaldık, hepimiz.

Hayli geniş bir oda daha vardı,
Gördü yiğit, melun devin orada yattığını.

Başı pek büyüktür, kubbe kadar,
Nedendir bilinmez, başında fes de var.

Sarkıp düşmüş biçimsiz bıyığı,
Pek uzundur, köstebek gibi kuyruğu.

Parmakları benzer insan gövdesine,
Emmişti o âsi, pek çok Tatarın kanını.

Kara Ahmet, ondan herhalde korkmadı,
"Kalk! Kalk!" diye devi sarstı.

Naralar atarak, devi uyandırmak istedi.
Uyanmadı dev, uyumaya devam etti.

Sarsmalardan sonra, nihayet uyandı,
Korkunç gözleri, ateş gibi yandı.

Uyandıktan sonra dev, etrafa baktı,
Ağzından küfürler, ateşler saçtı.

"Niçin geldin buraya izinsiz girip,
Hiç utanmadan tatlı uykumu bozup.

Bilmezsin, kendime ait kolonim var, benim,
Mahkemem var, müstakil devletim var, benim.

Buraya korkmadan nasıl girdin?
Anlaşılan canına kastın var senin!"

Yazmıyorum mücâdelenin nasıl olduğunu,
Hangisinin yendiğini veya yenildiğini.

Gürz inince, herhangisine isabet ettiğini,
Hangisinin yere yıkıldığını.

Okuyucum, kani ol hepsine,
İnanmadıysan, haydi Samanpazarı’na.
                          VI
Sabahleyin, kaynamaktadır pazar,
Ötede beride kızışmakta pazarlık.

Kızışsa da her zamanki gibi pazarlıklar,
Neşesizdir yine de, bugün pazar.

Herkes neden böyle kaygılı?
Bu kaygıyı neye bağlamalı?

Kaygılanmalarının bir sebebi var:
Tam bir aydır, kesik baştan yok haber.

Her köşede toplanarak üç beş kişi,
Endişeyle konuşurlar kesik başı.

Zavallıya ne oldu acaba?
Hangisi yendi, yenildi hangisi?

Ehl-i İslâm böyle konuşurken,
Göründü ah, uzaktan vagon.

Neler oldu? Ne hikmettir, kim bilir?
Tramvay, kaplumbağa gibi ağır gelir.

Üç saat geçti görüldüğünden beri,
Nedense bir türlü yaklaşmadı.

"Neden böyle oldu?" diye şaşırdı pazardakiler,
Hazır hâlde yolcular, beklediler.
                          
VII
Beklerken sessiz sedasız herkes,
Duyuldu, çirkin, korkunç bir ses.

Şiddetle gök gürler gibi oldu,
Deprem olmuş, yer yarılmış gibi oldu.

Arslanlar kükremiş gibi oldu,
Bir sürü eşeğin anırması gibi oldu.

Göz açtırmayan fırtınalar koptu o ân,
Bastı zulmet yeryüzüne o zaman.

Her taraf karanlık, görünmez güneş,
Korkuya kapıldı insanlar, yaşlı ve genç.

Kimse anlayamadı neler olduğunu,
Dediler: "Acaba, kıyamet günü mü bu?

Yoksa kuyruklu yıldız mı düştü?
Tanrı, suru çaldırmayı mı buyurdu?

Dünyanın son dakikaları mı geldi?
Yoksa Han’ın mescidi mi yikildi?

Tövbe kapısı mı kapandı?
Bir zenginin midesi mi patladı?"

Taş sarayların hepsi sarsıldı…
Erişemez kimse Tanrı’nın gücüne.

Kutulardan ayakkabılar, pabuçlar fırlar,
Şapkalar uçuşur, uçuşur kalpaklar.

Tanımaz, dost dostu, kardeş kardeşi,
Korkarak herkes çeker lahavle’sini.

Hangi belâ geldi Kazan halkına?
Uğradılar mı, Hûda’nın kahrına?
                        
VIII
Böyle korkularla durdukları zaman,
Ansızın çıktı güneş, dindi tufan.

Gördüler, gelip ulaştığını tramvayın,
Gördüler, ardına birşeyi daha taktığını.

O da ne? Gerçek mi, yalan mı, düş mü?
Takılıp gelen, şu fesli dev mi?

Direnir dev, homurdanır,
Anırır çirkin sesiyle, yer sarsılır.

Yüzü gözü kan içerisinde, bitkin hâldedir,
Kesik baş etrafında dönmektedir…

Yerde sürünerek dev gelmektedir,
Tramvay ondan biraz uzaktadır.

Devin hareketiyle, fırtınalar kopmuştu,
Tanrı, korkunç yaratığı cezalandırmıştı.

Herkesin gönlü sevinçle doldu,
Kesik baş ağlamadı, sonunda güldü.

O sırada, çıktı tramvaydan pehlivan,
Kaldırdı başını, olmuştu sanki bir arslan.

Gördü onu Samanpazan esnafı,
Herkes onunla görüşmek istedi.

Hepsi birden; "selâmünaleyküm" demiş,
Kara Ahmet "aleykümselam" diye cevap vermiş.

Sevinçle göklere uçmuşlar,
Kesik başı ve Kara Ahmet’i kucaklamışlar.

Bir oğlan çocuğu çıkmış tramvaydan,
Pek güzelmiş, görenler olurmuş hayran.

Çıkmış çarşaflı bir hatun,
Dikkatini celbeden dericilerin.

Bir hacı bu kadına göz koymuş,
Lâf atmış, çirkin sözler söylemiş.

Bunu anlayınca kesik baş,
"Dokunma kadına" diye parmak sallamış.

"Hatâ ettim!" diye hacı özür dilemiş,
Gözlerinden yaşlar dökmüş.

O sırada, Kamçılı Şeyh gelmiş,
Kesik başı efsunlamış.

Baş, genç delikanlı olmuş yine,
Eli, ayağı, vücûdu yerine gelmiş yine.

Bu keramete gözleriyle şahit olmuşlar,
Tanrı’ya birlerce şükürler etmişler.

Dev, gözden kaybolmuş, yok olmuş,
Uçmuş, alevlenip Yeni Bisteye doğru.

Bilir misiniz, kesik baş hâlâ yaşar,
İyi ve rahat yaşar, oldu tüccar.

Din yolunda çok azap çektiği için,
Yılmadan bu yolda yürüdüğü için,

Pehlivana verdiler, altın saat,
Bilinmez neden zinciri olmayan…

Fâilâtün, fâilâtün, fâilat,
Samanpazarı halkının gönlü şad.

 

(1908)


Çevirmen: Dr. Fatma Őzkan


(Чыганак/Источник: Abdullah Tukay’in şiirleri. — Çevirmen Dr. Fatma Őzkan. — Türk Kültürünü Araştirma Enstitüsü, 1994).


 

 

Комментарий язарга


*