nbsp;
I
Geçmiş zamanlarda, Mehmet adlı Herat Han’ı,
Ulu, şöhretli han imiş, bütün dünya onu tanırmış.
Bu dünyada o, en büyük pâdişâhmış.
Diğer milletlerden almış Mehmet Han, ulu şöhretini.
Savaşınca tir tir titrermiş bu fâni dünya,
Sararmış gökkubbeyi insanların ah ve figânı.
Günlerden birgün bu kötü işlerden sıkılınca canı,
Düşünce sakalına aklar, bırakmış savaşmayı.
Savaşı bırakınca, değişmiş huyu,
Dindar insan gibi geçirmezmiş namazını,
Kısa bir zaman sonra, duyulmuş Han’ın bu hâli,
Komşu ülkelerde derlermiş ki, duruldu Herat Han’ı!
Kötü niyetliler öğrenince, sırrını Han’ın,
Hazırlanırlarmış kaçırmaya huzurunu Han’ın.
Mehmet’e devletin hudutlarının muhafazasından,
Emin olmak için, ülkesinin dört bir yanından,
Lazımmış, yetiştirilmesi, sayısız askerin,
Düşmana karşı mücâdele edecek, uyumayan, askerin.
Çalışmışlar, ancak yetişememişler her tarafa.
Düşman bir ân bile boş durmazmış, dört bir yanda.
Düşmanı beklerken Mehmet Han’ın askeri, doğudan,
Çıkıyormuş onlar, güneyden veya batıdan.
Beklerken düşmanı dağdan ya da ovadan,
Bakarlarmış ki, sayısız düşman geliyor denizden.
Bu hâlde nasıl rahat olsun Han? Tenhâlarda ağlarmış;
Tacını, tahtını bırakıp kaçmayı bile düşünürmüş.
Büsbütün çaresiz kalınca, çağırmış Han, sihirbazı,
Müneccimi, falcıyı, hekimi ve isim koyucuyu.
Hekime; "Ey hekim, pek kötü hâllere düştüm", der;
"Göster hikmetini, kıl bir deva, yardım et", der.
Hekim bir torbaya sokarak elini karıştırır,
Garip bir altın horoz çıkararak Han’a verir.
Şöyle der: "Pâdişâhım, artık kurtuldunuz,
Ömrünüz boyunca, bu horoz, devletin bekçisi olsun;
Bunu alın Han’im, mescidin başına koydurun!
Yukarıdan o her tarafı gözetlesin, korusun!"
Mesnevi
"Bu horoz oldukça yoktur sana korku;
Gelirse düşman askeri haber verir bu.
Olmazsa eğer düşman, kılar burada karar;
Düşman gelirse eğer, o yöne doğru döner.
Bir tarafa bakarak öterse,
Asker sevk et sen o yöne!"
Pâdişâh, hekime nasıl teşekkür edeceğini bilemedi:
Dile benden ne dilersen, ne istersen vereyim.
Han sevinçle devam etti, senin dileğini,
Yerine getireyim hemen, kendi isteğim gibi.
II
Han’ın mescidinin üzerine altın horoz konulur,
Horoz, öne, arkaya, yukarıya, aşağıya, sağa, sola bakar,
Ötmez, etrafı sessiz görürse, ses çıkarmaz,
Uykudan uyanmışçasına ötermiş kötü birşey görürse.
Tehlikeyi sezince öter, bağırır, üüürüüü dermiş,
Ortaklık yatışınca derhâl sesini keser, dururmuş.
Horozun şöhreti her tarafa yayılmış.
Han’ın savaşmaktan el çektiği haberi duyulmuş.
Han’a hücum etme gücü nerede, düşmanlarda!
Horoz, kilitler onların yollarını baştan da, sondan da.
Geçer bir yıl huzurlu, geçmekte ikinci yıl da,
Her yerde asayiş, esmez felâket rüzgârı.
Günlerden birgün Han kâbuslarla uyanmış,
"Mahvolduk, bittik Sultanım!" diye sesler duymuş,
"Ne oldu? Ne var?" diye sormuş kumandana, Han;
"Horoz öttü, herhalde geliyor düşman!"
Herat halkı korkuya kapılmış; panik başlamış,
Kadınlar, çocuklar, dedeler düşmüş telâşa,
İnanamamış Han, kalkıp mescide bakmış,
Görmüş altın horozun başını çevirdiğini doğuya.
Koşun çabuk! Haydi asker, gayretle hamle et!
Atıl, ey süvari, çabuk ol bin atlara!
Böylece Han, sayısız asker sevk etmiş doğuya,
Büyük oğlunu kumandan tâyin etmiş orduya.
Horoz susar, yavaş yavaş ortalık yatışır,
Huzuru yerine gelir gibi olur Mehmet Han’in.
Geçer birgün, iki, üç, dört, geçer yedi sekiz gün;
Savaş oldu mu, olmadı mı, haber gelmez askerlerden.
Haber gelmez Han’a. Birgün öter horoz yine,
Çarçabuk hazırlanır ikinci bölük asker sefere.
Kumandanlık eder Han’in ikinci oğlu orduya.
"Askerinle ağabeyini bulup dön, git canım oğlum!"
Geçer günler… Geçer yine sekiz gün daha,
Şehzadelere ne olduğu bir türlü öğrenilemez.
Herat halkı paniğe kapılır, daha çok korkar,
Horoz yine öter, üüürü üüü! diye.
Bu defa Mehmet, askerin başında kendisi gider,
Doğuya doğru. "Tanrı’m sen yardım et!" der.
Gece gündüz gider, durmadan dinlenmeden;
Ne var orada? der, neyle karşılaşacağını bilmeden.
Beş altı gün gider; şehzadeler de, askeri de yok,
Dökülen kan da, atların ayak izleri de yok.
Tam sekizinci gün, tan atınca, konakladı Han dağda;
Yayıldı askerler ve atlar, durdular orada.
Han’ın gözüne ilişti, bir kızıl çadır, dağ başında,
Şaşılacak kadar güzel, durgunluk verir akıllara.
Güzel bir sahra, sakin hava, rüzgâr da yok:
Bütün dünya uykuda, sessiz; kırlar bile uykuda.
Bu ne korkunç sahne! Çadırın etrafında bütün askerler,
Ölmüş yatıyor, üst üste, parçalanmış, ezilmişler.
Mehmet Han atılıp hızla çadırın önüne varmış,
Gözlerin göreceği gibi, dayanılacak gibi değil.
Ölüp uzanmış şehzadeler, ebedî âleme göçmüşler,
Sırtlarından kılıçlamışlar onları,
Şehzadelerin bindiği yorga atlar,
Dolaşırlar atlayarak kanlı çimenlerde, ağır ağır.
Ağlar Han hıçkırarak: "Ey canlarım, kahramanlarım,
Canım, sevgili oğullarım, ey rûh-ı revânlarım!"
Han ile birlikte ağlamaya başlar bütün askerler,
Ağlar herşey, herkes, canlı cansız herşey beraber.
Acır, hıçkırarak ağlar taşlar,
Eğilip boyunlarını büker ağaçlar.
Ansızın çadır ışıklarla doluverir,
Karşısına Mehmet Han’ın güzel bir kız çıkar.
Gülerek, ay yüzünden etrafa ışıklar saçıp,
Kucaklayarak alır Han’ı melek gibi kanat açıp.
Durur Han kızın karşısında, korkunç yarasa gibi,
Güneş altında nefes almadan kaskatı kesilen gece kuşu gibi.
Herkesi feda eder Han, unutur herşeyi,
Aşkından unutur ölen oğullarını,
Güzel kız, Han’ı elinden tutup girer çadıra,
Serilmiş pamuk minder ve döşekler yere.
Üzerinde türlü nimet olan altın masalar parlar,
Açar güller, türlü çiçekler açar,
Çin kâselerinde beyaz ve kırmızı şaraplar var,
Canlan, iç, gönlün açılsın, orada âbı hayâtlar var.
Güzel kızla vakti pek hoş geçer Han’ın,
Gece gündüz güzel kız emrindedir Han’in.
Sayar kız, sever, her türlü nâzıyla oynar
Han’ın, Kıza âşık olur, büyülenir Mehmet Han.
Bu kızla gülüp oynar, tam bir hafta,
Açılır gönlü, zevk ve eğlenceye dalar, sürer sefa,
Dönmek ister Han, genç hanımıyla Herat’ına,
Tanzim edip askerini saf saf dört bir tarafına.
Haber ulaşır Herat’a, önceden giden elçilerle,
"Han seferden sağ salim dönüyor", diye.
Karşılamaya gelir halk, herkes bir araya toplanır,
Kadınlar, kızlar, çocuklar Han’ı karşılar.
Halk, Han’ı selâmlar; "Han’ın karısı selâm verirmiş başıyla,
Yalın ayaklı oğlanlar koşarlar faytonun ardından.
Giderlerken, Mehmet Han ansızın birini görür,
Şaşkınlıkla faytonda ayağa kalkıp bakar.
Vardır kalabalıkta, yüzü nurlu, ak kalpaklı bir ihtiyar,
Ak sakallı, kıyafeti gösterişli bir ihtiyar,
"Acaba onu nerede gördüm?" diye düşünürken, birden hatırlar,
"Ey Hekim Baba, elini ver, buraya gel, gel", der.
Hekim Han’a gelerek; "Ey Han, fikrin dağınıktır şimdi,
Hatırlar mısın vaadini? Sen unutsan da ben unutmam,
Ulu Han, vaadetmiştin, bu fakirin dile#287;ini,
Kendi dileğin bilecektin hani", der.
Öyle değil mi? Öyleyse ver bana kızı,
İşte şu hanımını, o yüzü ayı, gözü yıldızı!
Bu sözler Han’ı ziyadesiyle şaşırtır,
Neler söylüyor bu şaşkın ihtiyar, der, çıldırdı mı?
Ne oldu ihtiyar sana, delirdin mi, saçmalıyorsun,
Horoz verdin diye mi, böyle çizmeyi aşıyorsun.
Doğru, ben vaadettim, vaadederim, git, var!
Ancak benim vaadimin de bir sınırı var!
Gerekirse, işte hazinem, al, pekçok gümüş, altın,
Senin olsun, işte çift at, gümüş tekerlekli bu fayton.
İstediğin kadar ayakkabı, altın, mal al!
İstiyorsan vezir ol, ya da hanlığımın yarısını al!
Bana hiçbir şey verme, sâdece bu ay yüzlü kızı ver!
Vaadini yerine getirmek istersen, yıldız gözlü kızı ver!
"Tuf! Kart deli!" der, büsbütün kızar Han,
Bıyığı, saçı, sakalı diken diken olur Han’ın.
Yeter, çok bağırma ihtiyar! Mehmet Han’im ben, bilir misin sen?
Kız senin neyine, ne yapacaksın kızı sen?
Öyleyse sana hiçbir şey vermeyeceğim, der.
Yıkıl karşımdan, bir daha seni görmek istemiyorum, der.
Aklın varsa, kaç kurtul, haydi çekil buradan,
Çok konuşursan, görürsün görmediğin şeyi celladımdan.
İhtiyar Hekim, biraz daha sataşır,
Mehmet Han’a, niçin vermezsin, der.
Vurunca ihtiyarın başına Han, uzun, demir çubukla,
Yığılır ihtiyar, göçer öbür dünyaya dönmemecesine.
Herat’ta fırtınalar kopar, rüzgârlar eser,
Dağ taş çalkalanır bu fırtınayla, esen rüzgârla.
Bunun üzerine korkar Han, rengi kaçar, benzi uçar;
Güler kız: Ha ha ha! Günâhtan korkmayışına asla,
Mehmet Han’in. Şaşkınlıkla Han, dönüp bakar,
Güzel kıza. İçinden korksa da sakin görünmeye çalışır.
Çok geçmeden, şehrin kapısından girerler.
(Kötü ihtiyarı öldürüp, kurtuldular ya)
Altın horoz, ansızın uçup iner yerinden,
Hemen konar faytona; kovar Han, kış kış, der.
Horoz pır pır uçarak, Han’ın başına konar,
Kanatlarını çırparak, acı acı çığlıklar atar.
Bütün kuvvetiyle Han’ın başını gagalar,
Halka bakarak, Han’ın kafasına vurur.
Ne oldu bu horoza, diye halk dehşete kapılır,
Han yığılır, faytondan aşağıya düşer,
Bir defacık ah der ve derhâl ölür.
Halktan çıt çıkmaz; hayretten donup kalırlar.
Kız, birdenbire ortadan kaybolur,
Bakarlar, horoz nerede? Horoz da kaybolur.
Bunların hepsi yalandır, böylece yazılır bu,
Az da olsa, çocukların gönlüne okuma zevki koyar bu.
Çevirmen: Dr. Fatma Őzkan
(Чыганак/Источник: Abdullah Tukay’in şiirleri. — Çevirmen Dr. Fatma Őzkan. — Türk Kültürünü Araştirma Enstitüsü, 1994).